İsveçli yönetmen Ruben Östlund, 2010’ların başından itibaren sinemaseverleri şaşırtmaya ve festivallerde ödülleri toplamaya devam ediyor. 2009’da çektiği kısa film Incident by A Bank‘den (Berlin Film Festivali’nde prömiyerini yapmıştı) 2014 yapımı Force Majeure‘ye (Cannes Film Festivali’nde Un Certain Regard bölümünde gösterilmişti), daha sonrasında ise 2017 yılında gösterime girip Cannes’da Altın Palmiye’yi kazanan The Square‘ye kadar sürekli tırmanışta olan bir sinemayla karşımıza çıkmıştı. Çekimleri pandemi döneminde başlayan ve Türkiye dahil (TRT) birçok farklı ülkeden toplanan kültür fonlarıyla çekilen Triangle of Sadness, Cannes’daki Altın Palmiye (bir kez daha) zaferinin ardından gösterime girdi. Zenginlik üzerinden kurduğu alaycı bakış açısıyla karakterlerini mağdur etmeyi, küçük düşürmeyi ve komik durumlara sokmayı çok seven yönetmen Östlund’un temel olarak üç farklı bölümden oluşan filmi Altın Palmiye’yi bir kez daha İsveç’e getirerek 47 yaşındaki yönetmene bir başarı daha kazandırdı.
Carl ve Yaya karakterlerinin ilişkisi üzerinden moda dünyasının içinde başlayan film, karakterlerin zıtlıkları ve ilişkilerindeki sorunları temel alarak “giriş” bölümünü tamamladıktan sonra hikayenin çoğunluğunun geçtiği yat sahnelerine götürüyor bizi. Diğer karakterlerle karşılaştığımız ve hikayenin “gelişme” bölümü sayılabilecek bu kısımda, Östlund’un okları üzerine çektiği zenginliğin ve lüksün her alanını görme imkanına erişiyoruz. Nitekim dünyanın dört bir tarafından gelen varlıklı insanların tanıtıldığı bu bölümde, bu zenginlik ve varlığa tezat oluşturacak birçok unsur da çok zekice bir şekilde ve yer yer absürt komediye kaçacak tarzda kullanılmış. Rus milyoner Dimtriy karakteri ve Woody Harrelson‘un oynadığı “kaptan” üzerinden Komünizm ve Sosyalizm göndermeleri ve alıntıları taşıyan (Film bunları birer araç olarak kullanmıyor, aksine bunlarla da dalgasını geçiyor) bölümlerde mizah dozunu bir hayli aştığımızı söyleyebiliriz. Fragmanda da görülebileceği üzere lüks yat bir noktadan sonra konrolü kaybediyor ve içindeki (neredeyse) herkesi rezil duruma düşürmeyi, acınası hallere sokmayı başarıyor. Filmin en bağıra bağıra anlatmaya çalıştığı kısım burası olmasına rağmen izlemesi en eğlenceli kısımlardan bir tanesi de kesinlikle yatın dengesini koruyamadığı ve sallandığı kısımlar.
Çeşitli ilginçliklerin devam etmesinin ardından kapanış bölümü “Ada”yla birlikte filmin sonuna doğru yaklaştığımız kısımda yönetmen Östlund karakterlerini bir kez daha ayaklar altına almış ve tıpkı The Square filmindeki modern sanat dünyasına yaptığı hicvi burada da fazlasıyla uygulamış diyebiliriz. Özellikle Carl ve Abigail karakterleri üzerinden yaratılan komedya hem diğer karakterler arasında da bazı şeyleri alevlendiriyor hem de filmin içindeki insan hiyerarşisisine yeni boyutlar katıyor.
Oyunculukları ve çeşitli yelpazeden oluşan karakterleriyle kendinden hiç soğutmayan film, mavi-beyaz renk kullanımını da ağırlıkla yaparak hem görsel olarak hem de “acting” anlamında tatmin etmeyi başarıyor. Bir noktadan sonra yapılmaya çalışılan mizah kimilerine “aşırı” gelebilecek olsa da ultra lükslüğe karşı böyle bir tezat oluşturulmasının mantıklı olduğunu düşünüyorum.
Son olarak model Yaya karakterini canlandıran oyuncu Charlbi Dean Kriek karakterinin bu yıl aramızdan ayrıldığını da üzülerek belirtelim.
Triangle of Sadness, kesinlikle beyaz perdede ve kalabalık bir salonda görülmeye değer.